YUNUS EMRE HAYATI
Yunus Emre'nin hayatı hakkında bildiklerimiz son derece sınırlı, bu konuda bilgi ve belge yok denecek kadar azdır. Kendi eserlerinden
çıkartılabilen bazı bilgiler, çoğu menkıbevi kaynaklara ait kimi anlatılar ve kimi kaynaklarda rastlanan birkaç bilgi kırıntısı onun
hayatı hakkındaki bilgilerimizin esasını oluşturur. En temel bilgimiz ise 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış
olduğudur. Risâletü'n-Nushiyye isimli eserinin sonlarındaki
Söze târîh yidi yüz yidi-y-idi
Yûnus cânı bu yolda fidî-yidi
beytinde geçen h. 707/ m. 1308 tarihi, bu eserin telif tarihi olup Yunus Emre'nin bu yılda hayatta olduğunu göstermektedir. Bir mecmuada bulunan
ve onun h. 720 / m. 1320 yılında seksen iki yaşında öldüğünü belirten kayıt[1] araştırmacılar tarafından onun ölüm tarihi olarak kabul görmüştür.
Böylece h. 638 (m. 1241) yılında doğmuş olmaktadır. Demek ki, Yunus Emre 1241-1320 yılları arasında yaşamıştır.
Yunus Emre'nin doğduğu yıl, Anadolu Selçuklu hanedanı için de sonun başlangıcına denk geliyordu. Azerbaycan'ı, İran ve Irak'ı işgal etmiş olan Moğollar, yönlerini Anadolu'ya dönmüş, buralardaki zenginlikleri ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı. Batı'ya doğru gelişen Moğol istilasının ilk önemli etkisi kimi önemli mutasavvıf, bilim adamı ve sanatçıların; sonraları ise geniş Türkmen kitlelerinin Anadolu'ya göçü
olmuştur. Mevlana Celaleddin-i Rûmî'nin babası Bahaeddin Veled, bu
aydınların en meşhurlarından idi. Bu aydın göçü Konya, Kayseri gibi
merkezlerdeki bilim ve sanat dünyasını hareketlendiriyor, geliştiriyor;
bu arada pekçok farklı din ve tasavvuf yorumu da Anadolu'da kendisine
temsilci buluyordu.
Moğol baskısının önünden kaçıp bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya
yığılan ve çoğunluğunu Türkmenlerin teşkil ettiği kitleler, devletin
ekonomik yapısı üzerinde olumsuz etkiler yapmış olmalıdır; zira var olan
ekonomik kaynakların bu sefer daha çok insan tarafından bölüşülmesi
gerekiyordu. Buna iktidardakilerin kötü yönetimi ve suistimaller,
yolsuzluk ve haksızlıklar da eklenince Selçuklu Devleti, ekonomik ve
sosyal sıkıntılar yaşamaya başladı; toprak ve vergi düzeni bozuldu. Bu
dönemde Türkmenler arasında kimi tarikatler ve farklı İslam yorumları da
yayılmakta idi. 13. yüzyılın ortalarında bu ekonomik ve sosyal
bozulmaların ortasında, Ortaasya'da yaygın olan Yeseviğe benzeyen
Vefailik tarikatine mensup bir şeyh olan Baba İlyas adlı bir zat,
etrafında geniş Türkmen kitleleri toplamış; bu kitlelerdeki
memnuniyetsizlikleri de örgütleyerek en büyük yardımcısı Baba İshak ile
birlikte büyük bir isyan hareketi başlatmıştır. Baba İshak tarafından
1240 yılında fiilen başlatılan isyan sonucu Kefersud, Adıyaman, Gerger
ve Kâhta isyancıların eline geçti. Baba İshak'ın emrindeki kuvvetler
esas itibariyle Türkmen olmakla birlikte gayrimüslimlerden de onun
saflarına katılanlar olmuştur. İsyan kısa sürede Orta Anadolu'ya
yayıldı. Ancak Baba İlyas Amasya'da Selçuklu kuvvetleri tarafından
kuşatılıp ele geçirildi ve idam edildi. Harekete devam eden Baba İshak
kalabalık bir kuvvetle Konya üzerine yürüdüyse de mağlup oldu ve
öldürüldü; emrindekilerin çoğu kılıçtan geçirildi, kaçabilen
yardımcıları sağa sola dağılıp izlerini kaybettirdiler. Bu harekete
"Babaî İsyanı" adı verilmiş, Baba İlyas ve Baba İshak'ın fikirleri başka
akımları da birleştirerek Anadolu'daki inanç hareketlerini yüzyıllar
boyunca etkilemeye devam etmiştir.[2]
Selçuklu ordusu Baba İlyas ve Baba İshak'ın destekçilerini kılıçtan
geçirmiş, kesin bir mağlubiyete uğratmıştır. Ancak Türkmen kitleleri
üzerinde büyük etkileri olduğu anlaşılan bu zatların manevi ve fikri
etkisini silememiş; isyan, Türkmen kitlelerin Selçuklu hanedanına
küskünlüğünü artırmış; devletin ekonomik gücünü sarsmıştır. Bu iç
karışıklıklar sınırda bekleyen ve Selçuklu ordusunun gücünden çekinen
Moğollar'ın iştahını artırmış ve onların Anadolu'ya doğru harekete
geçmelerine sebep olmuştur. Moğollar, İran'daki kuvvetlerinin komutanı
Baycu Noyan idaresinde, ilk saldırılarını Erzurum'a yaptılar. 1242
sonbaharında Erzurum'u kuşattılar ve ele geçirdiler; çocuk ve ihtiyar
ayırmadan halkı kılıçtan geçirdiler. 1243 yazında Moğol ordusu yine
Anadolu'ya saldırdı. Kışı hazırlıklarla geçiren Selçuklu ordusu Sivas
yakınlarında Kösedağ'da Moğollarla karşılaştı. Yapılan savaşta Selçuklu
ordusu kesin bir mağlubiyete uğradı. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev
Konya'ya çekilmek zorunda kaldı. Moğollar Sivas'ı, ardından Kayseri ve
Erzincan'ı kuşatıp ele geçirdiler, halkı çoluk çocuk demeden kılıçtan
geçirdiler; zenginliklerini yağmaladılar, surlarını ve müstahkem
mevzilerini yıktılar. Bu ağır yenilgiler sonunda Moğollarla ağır
vergiler karşılığında barış sağlandı. Ancak Moğol saldırıları asla
durmadı ve hakimiyetleri gitgide arttı. Onların ağır vergi talepleri
ancak halk üzerindeki vergi baskısıyla karşılanabiliyor, bu da Anadolu
halkını fakirlik ve güvensizlik ortamı içine sürüklüyordu. Selçuklu
hanedanı kağıt üzerinde varlığını sürdürmekle beraber esas hakimiyet
Moğollarda idi. Selçuklu hanedanın V. Kılıç Arslan'ın 1318'de ölümüyle
sona erdiği kabul edilir. Yunus Emre de yaklışık bu yıllarda (1320)
ölmüştü. Görülüyor ki, onun bütün hayatı Selçuklu hanedanın çöküş
sürecine denk gelmiş, ekonomik ve siyasi sıkıntılar; savaş ve isyanlar
içinde yaşamış; türlü dini görüşün cirit attığı Anadolu'da halka sevgi
ve hoşgörü; erdem ve dindarlık yolunu göstermeye çalışmış; adeta çölde
bir vaha yaratmış, bu yüzden şiirleri yayılmış, sevilmiş; yüzyıllar
boyunca da dilden dile aktarılmıştır.
Yunus'un bu gerileme ve çöküş dönemi Anadolusunda nerede doğduğu,
nerelerde yaşadığı, neyle meşgul olduğu ve nerede öldüğü de belli
değildir. Kaynaklardaki kimi kayıtlar Bolu, Sakarya nehri ve Sivrihisar
civarını işaret etmektedirler. Bunlar onun Orta Anadolu'da doğduğunu ve
yaşadığını gösterebilir.
Kimi kaynaklarda ümmi, yani okul eğitimi görmemiş bir kimse olarak
zikredilse de onun belli bir eğitimden geçtiğini kabul etmek gerekir.
"Ne elif okudum ne cim" gibi ifadelerinden ümmi olduğu çıkarılabilse de
bu sadece Hz. Muhammed'in ümmiliğine duyulan saygı ve zahiri bilgiye
iltifat etmemenin bir yolu olarak kabul edilebilir. "Mescid ü medresede
çok ibâdet eyledim" gibi ifadelerinden belli bir seviyede tahsil gördüğü
kabul edilmektedir. F. Kadri Timurtaş Yunus Emre'nin tahsilini "büyük
bir ihtimalle Konya'da yapmış olduğunu" ifade etmektedir.[3] Mevlana ile
ilgili bazı ifadelerinden onunla görüştüğü, sohbetinde ve sema
meclisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlana vefat ettiğinde (1273),
otuz iki - otuz üç yaşlarında idi.
Yunus Emre, bir derviş olarak Anadolu'nun doğusuna, İran ve Azerbaycan'a
yolculuklar yapmıştır. Kayseri, Sivas, Maraş, Nahçıvan, Tebriz, Şiraz,
Şam gibi kültür merkezlerine gitmiş, buralarda tasavvufi fikirlerini
yaymaya çalışmıştır.
Yunus Emre'nin evlenip evlenmediğini, çocuklarının olup olmadığına dair
de açık belgeler yoktur. Bir şiirinde geçen "Bunda dahı verdin bize oğul
u kız çift ü helâl" ifadelerinden onun evlendiği ve oğullarının,
kızlarının olduğu sonucu çıkarılabilir.
Yunus Emre, şeyhinin Tapduk Emre olduğunu kimi şiirlerinde ifade
etmiştir. "Tapduk'un tapusında kul olduk kapusında" vb. pekçok
mısralarından bu anlaşılmaktadır; bir şiirinde de kendisini "Taptuklu
Yunus" olarak tanımlamıştır. A. Gölpınarlı, "Yûnus'a Tapduğ u Saltuğ ve
Barak'tandır nasîb" mısraından yola çıkarak onun tarikat silsilesinin
Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk şeklinde olduğunu, Sarı Saltuk'un
da Seyyid Mahmûd Hayrânî'nin halifesi olduğunu, bu zatın ise Mevlana'ya
mensup olup böylece Yunus Emre'nin silsilesinin Mevlânâ'ya kadar
uzandığını ifade eder.[4] Yûnus Emre Divanı'nın birkaç yerde Mevlana
hakkında saygı ifade eden sözler geçmektedir.
Bazı görüşlere göre Yunus Emre'nin yolu Hacı Bektaş-ı Veli'ye
dayanmaktadır. Bu görüşlerin dayandığı kaynaklar, Taptuk Emre'yi Hacı
Bektaş-ı Veli'nin halifesi olarak gösterirler. Bektaşi menkıbelerine
göre, Hacı Bektaş Anadolu'ya geldiğinde buradaki büyük zatlar arasında
Emre adlı birisi de vardır. Bütün Rum erenleri Hacı Bektaş'ın davetine
uyup ziyaretine gittikleri halde Emre gitmez. Hacı Bektaş, Emre'yi başka
bir yolla çağırıp gelmemesindeki hikmeti sorar. Emre, bir erenler
meclisinde kendisine perde arkasından çıkan bir elin nasib verdiğini, o
mecliste Hacı Bektaş adlı bir kimse görmediğini söyler. Bunun üzerine
Hacı Bektaş o elin bir işareti olup olmadığını sorar. Emre ise elin
ayasında yeşil bir ben gördüğünü söyler. Hacı Bektaş elini uzatır. Hacı
Bektaş'ın avusundaki yeşil beni görüp şaşıran Emre, üç kere, "Taptuk
padişahım!" der. O günden sonra adı Taptuk Emre olur.
Yunus Emre'nin eserlerinde ise Hacı Bektaş-ı Veli'nin adı hiç geçmez.
Ancak Yunus'un din ve tasavvuf anlayışı ile Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ındaki
ve daha sonraki Bektaşî tarikatindeki anlayış arasında önemli
paralellikler vardır. Hacı Bektaş-ı Veli'nin anlayışının da önemli
ölçüde Ahmed Yesevî'nin anlayışına dayandığı göz önünde
bulundurulduğunda, Yunus'un da bu kaynağa bağlanması, en azından
aralarındaki kuvvetli etkinin ortaya konulması gerekmektedir.[5]
Yunus'un hayatıyla ilgili ayrıntıları Vilâyet-name-i Hacı Bektaş-ı Velî isimli
menkıbevi kaynakta buluruz. Yunus Emre, kendi eserlerinde Hacı Bektaş-ı
Veli'den hiç bahsetmemişse de, bu kaynakta onun mistik yolculuğunun
başlangıcı Hacı Bektaş-ı Veli ile olan bir görüşmesine dayandırılır. Vilayetname'deki
bu kaydı aynen veriyoruz :
"Hacı Bektaş'ın şöhreti her yana yayıldı, her taraftan mürid, muhip
gelmeye başladı. Semâ'lar, safalar sürülüyordu, meclisler kuruluyordu.
Yoksullar geliyorlar, zengin oluyorlar, murad almak dileyenler, baş
vuruyorlar, muradlarına eriyorlardı.
Sivrihisar'ın güneyinde Sarıgöl derler, bir köy vardır. O köyde doğmuş
Yunus Emre adlı biri vardı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere
yakındır. Yunus, ekincilikle geçinir, yoksul bir adamdı. Bir yıl kıtlık
olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş'ın vasfını o da duymuştu. Gideyim,
biraz birşey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara
Karaöyük'e geldi. Hünkâr'a, yoksul bir adamım, ekinimden birşey
alamadım, yemişimi alın, karşılığını lütfedin, ehlimle, ayalimle
aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr, emretti, alıcı yediler. Bir iki gün
sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr bir derviş
gönderdi, sorun, dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus'a sordular,
ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek, dedi. Hünkâr'a bildirdiler.
Buyurdu ki : Her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim. Yunus'a bunu
söylediler, ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek, dedi. Bunun
üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düşdü. Fakat köyün aşağısına
gelince hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim
ben, dedi. vilâyet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği
başına on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday birkaç günde yenir,
biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar varayım,
belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye geldi. Buğdayı
indirdi, erenler, dedi, bana himmet ettiği nasibi versin, buğday
gerekmez bana.
Halifeler gidip Hünkâr'a bildirdiler. Hünkâr, o iş, bundan böyle olmaz,
o kilidin anahtarını Tapduk Emre'ye sunduk. Ona gitsin, nasibini ondan
alsın, dedi. Halifeler, Hünkâr'ın sözünü Yunus Emre'ye söylediler. O da
Tapduk Emre'ye gitti, Hünkâr'ın selâmını söyledi, olanı biteni anlattı.
Taptuk, selâmı aldı, safa geldin, kademler getirdin, halin bize malum
oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al, dedi.
Yunus, Tapduk Emre'nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş
ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde
Tapduk Emre'ye bir neşe geldi, hallendi. Meclisinde Yûnus-ı Gûyende adlı
bir şair vardı, ona söyle dedi. Mırın kırın etti, söylemedi. Tapduk,
Yûnus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yûnus gene söylemedi. Bu
sefer Tapduk, Yûnus Emre'ye döndü, Hünkâr'ın nefesi yerine geldi, vakti
tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle,
dedi. Hemen Yûnus Emre'nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı.
Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu."[6]
Onun, şeyhinin yanındaki hayatı hakkında menkıbevi kaynaklardakinden
başka bir bilgi yoktur. Kırk yıl dergâhta hizmet etmesi, odun
taşımasıyla ilgili bir hikayede Taptuk Emre, getirdiği düzgün odunlara
bakarak Yunus'a sorar : "Dağda hiç eğri odun kalmamış mı?" Yunus bu
soruya şöyle cevap verir : "Dağda eğri odun çok; lâkin senin kapında
odunun bile eğrisi yakışmaz!"[7]
Yunus Emre'nin mezarının nerede olduğu da tartışmalı bir konudur. Miladi
takvime göre 1320-21 yılında ve seksen yaşlarında öldüğü biliniyor,
ancak mezarı konusunda farklı bilgiler vardır. Anadolu'nun muhtelif
yerlerinde ona yakın Yunus Emre'ye ait olduğu öne sürülen mezar vardır :
Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy, Bursa, Kula, Erzurum, Keçiborlu,
Sandıklı, Ünye ve Sivas'ta bulunan bu mezarların hangisinin eserlerini
konu ettiğimiz Yunus Emre'ye ait olduğu bilinmiyor. Bu konuda birçok
tartışmalar yapılmıştır; ancak hem birden fazla Yunus'un olması, hem de
çok sevilen kimi zatlar için gerçekte mezar olmayan "makam"ların ihdas
edilmesinin sıkça görülen bir uygulama olması bu durumu açıklayabilir.
Gönüllerde yaşamayı hedefleyen, ölümü önemsemeyen, "Ölen hayvan-durur
âşıklar ölmez" diyerek ölümsüzlüğünü ilan eden bir sûfiye mezar aramak
da beyhûde bir uğraştır.
Yunus Emre'ye yakın dönemlerde Âşık Yunus isimli sufiyane şiirler
söyleyen bir başka zatın daha yaşadığı, 1439 yılında Bursa'da vefat
ettiği bilinmektedir. "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü",
"Sordum Sarı Çiçeğe", "Dertli Dolap" gibi şiirlerin bu Âşık Yunus'a ait
olduğu bilinmektedir. Ancak bu Yunuslar bir süre sonra birbirine
karıştırılmış, bilhassa 16. yüzyıldan sonra istinsah edilen Yunus Emre
Divanları'nda ikisi aynı kimse zannedilmiştir. Sonraki yüzyıllarda
yaşamış Yunuslar da vardır.[8]
[1]Beyazıd Devlet Kütüphanesi'nde 7912 numara ile kayıtlı yazmada şu
ifadeler geçmektedir: "Vefât-ı Yûnus Emre, müddet-i ömr 82, sene 720"
(Yunus Emre'nin vefatı, sene 720, ömür müddeti 82). Adnan Erzi, "Türkiye
Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar I", Türk Tarih Kurumu - Belleten,
XIV/53, Ankara 1950.
[2]Ahmet Yaşar Ocak, "Babaîlik", TDV İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul
1991.
[3]F. Kadri Timurtaş, Yunus Emre Divanı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara
1980, s. 2.
[4]A. Gölpınarlı, Yunus Emre : Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, İstanbul
1965.
[5]M. Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ Yay., Ankara 1998, s. 10-14.
[6]Vilâyetnâme : Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, Hazırlayan :
Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul 1958, s. 48-49.
[7]F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. Baskı, Ankara
1976, s. 267.
[8]M. Tatçı, a.e., s. 16.